Egzistansiyalizm, varoluşçuluk anlamına gelen “existence” kelimesinden türemiştir. Akım, 19. yy. sonu, 20. yy.ın başına dayanmakla birlikte konumuzun en önemli ismi olan Sartre, 1905-1980 yılları arasında akıma dair en yoğun görüşleri barındıran isimdir. Bu akımda kişi, var olduğunu hisseder. Ama var olmak ne demektir? Var olduğumuzu nasıl anlarız?
İnsan her zaman var olduğunun farkına varamaz. Bir şeye çok üzüldüğümüzde, bir yakınımızı kaybettiğimizde, kaynar bir suya girdiğimizde ya da bizi çok mutlu edecek bir ortamda bulunduğumuzda var olduğumuzu hissederiz. Yani aslında biz, kendimizi hissettiğimiz anlarda var olduğumuzu anlarız.
Egzistansiyalist akımda birey, toplumsallıktan ziyade bireysel özgürlüğe indirgenir. Dolayısıyla burada akıma dair bilinmesi gereken iki önemli kavram, var olmak ve özgürlüktür. Bu özgürlük ise bizim anladığımız tarzda bir özgürlük değildir. “Dışarı çıkamıyorum, özgür değilim!” ya da “Yurt dışına istediğim zaman çıkamıyorum, özgür değilim!” diyen bir kişiye aslında Sartre der ki “Hayır, sen özgürsün. Şu an istersen birini öldürebilirsin ya da birini çok mutlu edebilirsin!” Yani aslında kişi, eylemlerini yapmakta özgürdür. Fakat Sartre’a göre eylemlerimizde bu kadar özgür olmak güzel bir şey değildir. “Var oluş, özden önce gelir.” diyen Sartre’ın özgürlük tanımına göre özgürlük dediğimiz şey, var olmakla birlikte meydana gelmiş bir şeydir, sonradan kazanılan bir durum değildir. Kişi varsa özgürdür ve Sartre’a göre insan, özgürlüğe mahkum edilerek varlığa gelir ve sonrasında bilincini keşfeder. Bilincini keşfettikten sonra da eylemlerinin sorumluluğunu almaya başlar. Özgürlüğün bir ağırlığı vardır ve kişi eğer özgürse eyleminin sonucuna katlanmak zorundadır. Bunu yapmadığı takdirde kişi, çevresindekileri suçlar ya da isyan eder.
Var olmak, özgürlükle birlikte dünyaya gelir fakat var olmamak da varlıkla birlikte dünyaya gelir. Yani varlık olmadan var olmamak mümkün değildir. Hiçlik ya da var olmamak burada varlığın bir özelliği gibidir diyebiliriz. Hiçlik ayrı olarak tanımlanamaz çünkü varlık olmazsa hiçlik de olmaz.
Bunun yanında Sartre, akımı benimserken idealizm ve realizm alanlarına girmekten uzak durur. Bu sebeple akımla bağlantılı başka konuları ele alır. İnsan, cinsellik ve toplum gibi konular buna örnek gösterilebilir.
Sartre’dan bahsettiğimiz zaman onun Bulantı’sından da bahsetmemiz gerekiyor. Bulantı’da karakter sürekli olarak karşımıza bankta oturup ağaçlara, çiçeklere bakarken çıkar ve bir anda görünen çiçeğin arkasında bir çıplaklık meydana gelir. Yani aslında çiçeğin kendisini, özünü görmeye başlıyor. Bundan sonra da görünen dünya ile onun özü arasında bir bağlantı kurmaya başlar. Bu da onu bulantıya sürükler. Ayrıca kitapta akıma dair görülen bir başka büyük izlek de kesin olan bir durumun olmamasıdır. Daima bir bulanıklık söz konusudur. Örneğin, saat ne çok geç ne de çok erkendir.
Egzistansiyalizm akımının görüldüğü eserlerde belirsizlik, hiçlik ve boğulma hissi çok yoğun bir şekilde görülür. Bunun da sebebi aslında okuyucuya karakterin yaşadığı yoğun duyguyu hissettirebilmek hatta onun da hissetmesini sağlamaktır. Bu sebeple var olan bir duygu ya da durum, okuyucunun daha iyi anlaması hatta yaşaması için olduğundan katbekat fazla verilir. Böylece dışarıdan eylemsizlik gibi duran çoğu şeyin aslında karakterin ruhunda fırtınalar koparttığını okuyucu daha iyi anlar.
Egzistansiyalizm dendiğinde Sartre dışında başka birçok önemli isim vardır: Nietzsche, Kierkegaard, Karl Jaspers, Merleau-Ponty, Albert Camus, Simone de Beauvoir, Heidegger, Hegel gibi isimleri bu alanda belirtmek mümkündür.
Edebiyatta Egzistansiyalizm
Varoluşçuluk, edebiyat alanında 1930’lu yıllarda dünyada varlığını gösteriyor. 1940’lı yıllarda ise Türkiye’de görülmeye başlanıyor fakat edebiyata tamamen yansıması ve başarılı örneklerin verilmesi 1950’li yılları buluyor.
Genel olarak ortaya çıkışında bazı siyasi ve sosyal sorunlar vardır diyebiliriz. Dünyanın ve Türkiye’nin içinde bulunduğu buhranlı durumdan beslenen, kaynağının bu olduğu bir akım. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra İtalya ve Almanya’nın zor zamanlar yaşaması, akabinde İkinci Dünya Savaşı’nın çıkması, İkinci Dünya Savaşı’nın Türkiye’ye olan etkileri, Türkiye’nin uzun yıllar tek parti yönetiminde olduktan sonra çok partili hayata geçilmesi ve muhalefet olan partinin iktidara gelmesinden sonra bu iktidar partisinin yaşattığı bazı sorunlar... Bunların tamamı birleştiğinde dünyada ve Türkiye’de olumsuz bir hava olduğunu söyleyebiliriz. Bu olumsuz havada da sıkılmış, bunalmış, üzülmüş, varlığını ortaya koyamamış, kendine ve dünyaya yabancılaşan bir insan profili doğdu. Bu profildeki sanatçıların her şeyi reddetmesi ve eleştirmesi zamanla onları arayışa ve bir sorgulamaya itti. Dolayısıyla edebiyatçılar da bu sıkılmışlığın ve bunalmışlığın içinde oldukları için bunu edebiyata bu akımla yansıtabiliyorlar.
Dünyada en önemli isimler tabii ki Sartre, Franz Kafka, Albert Camus gibi isimler. Franz Kafka’nın Dönüşüm romanında ekspresyonizm akımının yanında egzistansiyalizmin de etkilerini görmek mümkündür. Gregor Samsa’nın böcek olduktan sonra kendine bir duvar örmesi, dışarıya karşı yabancılaşması, yalnızlaşması, kimsenin onu anlamaması gibi durumlar birer egzistansiyalizm örneğidir. Aynı şekilde Albert Camus’nun Yabancı romanında sürekli bir olaysızlığın olması yani belli bir olaya bağlılığın olmaması, havanın aşırı boğuk, nefes alınmayacak kadar sıcak olması, karakterin sürekli kendi kendine konuşması, bir şeyleri sorgulaması ama cevabını alamaması yine aslında bir egzistansiyalizm akımıdır.
Bizde ise aslında tarih bir ölçüde tekerrür ediyor diyebiliriz. Bundan bir yüzyıl öncesine baktığımız zaman Servetifünun Dönemi’nde de aslında aynı buhranlı hava var. Tanzimat’ta yeni bir düzen kuruldu. Padişahın iyi yönetemediğine dair bir grup aydın genç halkı bilgilendirmek amaçlı bazı roman ve hikayeler yazdı, gazeteler çıkardı. Batı’nın üstünlüğü kabul edildi. Ardından Mebusan Meclisi açıldı, aydınlar bu durumdan büyük mutluluk duydu çünkü demokrasinin ilk adımları atıldı. Akabinde bir Osmanlı-Rus savaşı gerçekleşti ve Osmanlı bu savaşı kaybetti. Sonrasında padişah bunu bahane göstererek meclisi kapattı ve kapattıktan sonra da bir istibdat yani baskı dönemi başladı. İstibdat döneminde her şey sansüre uğradı ya da yazarlar sürgüne gönderildi. Dolayısıyla yazarlar ve şairler artık bir şey yazmaya çekindiler ve korktular. Tanzimat’ın ikinci dönem şairleri bu yüzden tekrar bireysel konuları ele almaya başladılar. Bu buhranlı hava içerisinde doğup büyüyen Servetifünun nesli de bu sansürün ve baskının içinde kaldıkları için mutsuz ve umutsuz bir nesil. Bu sebeple de Servetifünun gençlerinin yaptığı edebiyat da yine ağır ve anlaşılmayan bir edebiyattır. Hatta bu yüzden çok fazla eleştirilirler ancak anlaşılmamak onların çok da umurunda değildir. Hayalleri vardır, uzaklara gitmek isterler, gidemezler. Gidemedikleri için daha da mutsuz olurlar.
Bir yüzyıl ileriye gittiğimizde tarih tekerrür ediyor. Yine siyasi olarak hem ülkede hem dünyada bazı sorunlar var. Yine bu sorunların içine doğmuş bir nesil var. Ve bu nesil yüzyıllardan beri gelen şiiri el üstünde tutma geleneğine ve roman ve hikâyeyi en iyi şekilde verme geleneğine karşı çıkıyorlar ve bunu bozmak istiyorlar. Bunalım edebiyatını benimsiyorlar. Camus okuyorlardı, Kafka okuyorlardı ve bu isimlerden etkileniyorlardı Daha sonrasında bunu kendilerine çevirmeye başladılar ve Türk edebiyatında olayın hiç olmadığı, kişinin kendi huzursuzluğunda cebelleştiği bir bunalım edebiyatı ortaya çıkardılar. Sıkkınlık, bıkkınlık, yabancılaşma, bunalım, bulantı hepsini bu bunalım edebiyatında görmek mümkündür.
Bu dönemde yoğun eserler veren Ferit Edgü, Onat Kutlar, Orhan Duru, Nezihe Meriç, Haldun Taner, Vüs’at O. Bener, Leyla Erbil, Demir Özlü, Tezer Özlü ve Yusuf Atılgan gibi isimler bu anlayışı başlatan ve sürdüren isimlerdir. Önce bir postmodernist olmasına rağmen Sait Faik’ten etkileniyorlar. Bu da aslında varoluşçuluk, modernizm ve postmodernizm akımlarının ortak noktalarının olduğunu gösteriyor.
Bu tarz eserlerde olay görmeyiz. Doğrudan kişinin düşünceleri ve ruh hâli esastır. Kişinin bu ruh hâline dayalı olarak bazı çıkarımlarda bulunulur. Karakter sürekli bir sorgulama içerisindedir. Kendini sorgular, dünyayı sorgular, diğer insanları sorgular. Karakter sürekli şunu sorulara cevap arar: Ben diğer insanlardan neden farklıyım? Ben neden günlük koşturmanın içinde değilim? Neden herkesin bir koşturmacası varken ben onlardan kendimi soyutluyorum veya soyutlamak zorunda kalıyorum? Neden onların uğraştığı işlerle ben de uğraşamıyorum? Neden ben de insanlar gibi konuşup sohbet edemiyorum; arkadaşım, eşim, dostum ve saire yok?.. Bunu sorgular, bunun bir sonucunu bulamaz. Kimi zaman bulur. Kendinde hata olduğunu düşünür. Kendinin farklı olduğunu düşünür ve bu onu mutsuzluğa bazen de mutluluğa sürükler. Diğerlerinden farklı oluğu için üzülür ya da diğerleri kadar hayatın akışına kapılmadığı için sevinir. Kimi zaman da bulamaz ve aramaya devam eder. Bazen bu “sürekli” arayış kişiyi agresif bir hâle sokar. Kendini bulamamış olmanın verdiği tahammülsüzlük onda bir sinir harbi yaratır. Etrafındaki insanları dövme, öldürme isteği vardır.
Bu Sartre’ın “özgür seçim” konusuna da gelmek gerekiyor. Eserlerdeki karakterler hiçbir değere dayanmayarak özgür bir birey olmayı seçer. Bununla birlikte yalnızlığın doğurduğu bunalım karakteri köşeye sıkıştırır ve çevresine karşı yabancılaşmasına sebep olur. Diğer insanlar çarklının bir parçasıyken, mevcut düzenin içinde kaybolmuşken, karakter bunu reddettiği için yalnızdır. Ondan sonra da zaten bu az önce söylediğim sorgulamaları yapar.
Bu anlayıştaki eserlerde o rahatsızlığı okuyucuya en iyi şekilde verebilmek için bazı temalar belirleniyor. Mesela hava. Havanın çok sıcak ya da çok gri olması. Şehrin çok kalabalık, çok sesli, çok ışıklı olması, denizin pis, bulanık olması, ortamda aşırı yoğun ve ağır bir kokunun olması. Kısacası tiksinç gelebilecek birçok şey eserlere dahil edilerek o sıkışmışlığı okuyucunun da anlaması, hissetmesi sağlanır. Ferit Edgü’nün “Kentin Üzerinde Dayanılmaz Bir Koku” adlı hikayesi bu duruma çok güzel bir örnektir. Hikaye boyunca karakter o kokuyu aramaya çalışır ancak bulamaz. Koku onu bunaltır ve rahatsız eder. Bunun gibi birçok eserde saydığımız bu özelliklerle karakterin rahatsızlığı anlatılmaya çalışılır.
Hikaye ve romanlarda sürekli olarak bir rahatsızlığın, bir huzursuzluğun olduğu görülür. Sıkıntılı bir şey var ve o şey, insanı mutsuz ediyor. Karakter memnuniyetsizlik duyduğu şeyleri değiştirmek ister ancak sonra değiştirilmiş halinden de memnuniyetsizlik duyar. Genel olarak böyle bir tema vardır varoluşçu roman ve hikayelerde.
Burada en acı olan şey şu: Karakter bazen bir nedeni olmadan, bilinçsizce bazen de sırf monoton ve ağır hayatına bir hareket gelsin diye -ki gelmez- suç işler. Bazen birini döver, bazen hırsızlık yapar. Yakalandıktan sonraki sorgu ya da mahkeme sürecinde de yetkili kişiler sürekli “Neden yaptın?” diye sorarlar. Karakter derdini anlatamayan ya da anlatsa bile anlaşılamayacağını bildiği için konuşmaz ya da anlamsız cevaplar verir. Bu derdini aslında kendisine bile anlatamıyor oluşu da bu durumun sebeplerinden biridir.
Kitap Önerileri Ve Kaynaklar:
Jale Özata Dirlikyapan – Kabuğunu Kıran Hikaye
Ferit Edgü - Kentin Üzerinde Dayanılmaz Bir Koku
Ferit Edgü – Kaçkınlar
Feyyaz Kayacan – Hiçoğlunun Serüvenleri
Yusuf Atılgan – Bodur Minareden Öte
Onat Kutlar - İshak
Albert Camus – Yabancı
Jean-Paul Sartre – Bulantı
Jean Paul Sartre- Varlık ve Hiçlik
Robert C. Solomon- Akılcılıktan Varoluşçuluğa
Felsefeokumaatlası.com
ความคิดเห็น